Deniz Ohde, 1988‘de Frankfurt am Main kentinde, Alman bir anneyle bir Türk göçmen babanın kızı olarak dünyaya geldi. Leipzig Üniversitesi’nde Alman Dili Edebiyatı bölümünü bitirdi ve Leipzig kentinde yaşıyor.
Deniz Ohde’nin Türkçeye ‘Yansımalar’ adıyla çevrilen ilk romanı, Almanya’nın köklü yayınevlerinden Suhrkamp Verlag tarafından 2020 yılında piyasaya çıktığında çok büyük ilgiyle karşılandı. Kitap, Der Spiegel dergisinin çok satanlar listesine girdi, Frankfurt Kitap Fuarı bünyesinde düzenlenen Alman Kitap Ödülü’nün finale kalan aday romanlardan biri oldu. Ayrıca Jürgen Ponto Vakfı ve Aspekte Edebiyat ödüllerine de değer görüldü.
Deniz Ohde ile henüz yeni basılan ikinci kitabının okuma turları sırasında Berlin’de, Berlin Edebiyat Kolokyumu’nda ‘Yansımalar’ romanı hakkında konuştuk.
İlk eserinizle edindiğiniz bu olağandışı deneyimden bahsederek başlayalım mı konuşmaya?
Gerçekten de çok güzel bir deneyimdi ve bence pek normal de sayılmazdı. Elbette romanın bir şekilde okurunu bulmasını istiyordum ama hemen böyle kocaman bir kitleye ulaşacağımı aklıma bile getirmemiştim. Hayallerimi aşan bir şey oldu.
Sizce bu ilginin nedeni neydi?
Bunun bir nedeni bence kitabın konusu. İşçi sınıfı ve sınıfsal yükseliş o sıralarda Almanya gündeminde ve toplumda tartışılan bir konuydu. Roman tam bu tartışmaların ortasında piyasaya çıktı. Tabii böyle bir şeyi önceden planlamamıştım, yani tartışmalara katkı sunmak amacıyla yazmadım romanı. Çok önceden, 2017 yılında başlamıştım yazmaya… Bu yüzden buna mutlu bir tesadüf diyebiliriz ama bir yandan da umuyorum ki bu ilgi aynı zamanda metnin kalitesiyle de ilgiliydi.
‘KOLEKTİF BİR DENEYİM…’
Hikayenizin okura dokunan bir yanı var. Kitabın ilk cümlelerinden itibaren başlıyor bu. Şöyle ki: “Mahallenin sınırını aşar aşmaz hava değişiyor. İnce bir ekşiliği olan ağır bir hava bu. Öyle ki, ağzınızı açsanız onu pamuk gibi çiğneyebileceğinizi sanıyorsunuz. Kimse fark etmiyor artık bunu ve benim için de bu sadece birkaç saat içinde havadaki tek mümkün gerçeklik olacak.” Ana karakterimiz ben anlatıcı, isimsiz genç bir kadın. Büyüdüğü bu yere geri döner. Çocukluk arkadaşları Pikka ve Sophia’nın nikah törenlerine katılmak için gelmiştir. Birlikte büyüdüğü arkadaşlarıdır ikisi de ama onlar doğup büyüdükleri bu yerde yaşamaya devam ederlerken o burayı yıllar önce terk etmiştir. Ve böylece hatırlamaya başlar: Mutsuz geçmiş bir çocukluğu, hiçbir yere ait olamama duygusunu, sürekli içki içen bir babayı – yanı başlarındaki fabrikada işçi olarak çalışan bir Alman babayı, hep geri planda ve sessizce duran Türk annesini… Bu haliyle yansımalar işçi sınıfını anlatan bir roman olarak okundu. Ama romanın temel meselesi sadece bu değil tabii ki. Metinde “kimlik, aidiyet ve yabancılık” da önemli bir yer kaplıyor. Sizce de öyle mi?
Evet, öyle…. Benim de bir tarafım Türk. Babam Türk, annem ise Alman. Bu haliyle de deneyimlerimi romana da yedirdim. Aynı zamanda farklı şekillerde ifadesini bulan ve telaffuz edilebilecek bir isme sahip olmanın deneyimini figürümün üzerinden anlattım. Tabii bunun sadece kişisel bir deneyim olmadığının da altını çizmek isterim. Bunu benzer şekilde yaşayan başka arkadaşlarım vardı, kendi deneyimleriyle bana bugün de ulaşan okurlar var. Aslında böylesi bir gerçekliğin izini sürmüş oldum çünkü roman kahramanım için bireysel bir yaşam deneyimi gibi görülse de –ki bu konuda yalnız olduğunu düşünen biridir anlatıcı- aslında kolektif bir deneyim söz konusu.
Tüm olumsuzluklara rağmen romanda şikayet edilmemektedir, metnin anlatımıyla; diliyle ve kişilerin sessizlikleriyle de ilgili bir şey bu. Sessiz bir anlatı yani. Ben-anlatıcı genç kadın kendi sessizliğini romanın bir yerinde “hayatta kalabilmenin stratejisi olarak” da açıklar. Bunun aynı zamanda Türkiye’den göç etmiş annenin hayat stratejisi olduğunu da görüyoruz. Ne dersiniz?
Ben-anlatıcı için bu strateji her şevden önce evdeki günlük yaşamı için çok önemli çünkü baba şiddete başvurabilen biri. Bu yüzden babadaki bu şiddetin ortaya çıkmaması ve kendisine yönelmemesi için sessiz kalmayı seçer.
Anne de aynı şekilde sessiz ve görülmez olmaya çalışır ve bu tutumu kızına da telkin eder. Anne, şiddete başvurulan bir aile ortamından kaçıp Almanya’ya göç etmiştir, Almanya’daki tek akrabası olan ablasıyla da ilişkisi çok zayıftır. Yaşamının bu kısmını arkasında bırakmayı tercih etmiştir yani. Kızına da bu yüzden kendi dilini öğretmez mesela. Yani romandaki isimsiz anlatıcımın bir ana dili yoktur. Ve bu yüzden de anne tarafıyla iletişim kurma ve böylece hiç değilse kendini ait hissedebileceği bir Türk topluluğunun varlığını da hiçbir zaman yakalayamaz. Böylece dışarıdan başkalarının kendisine sürekli “kim olduğunu hatırlatması” en önemli yaşam deneyimi haline gelir. Bu da şu şekildedir: Ya yeterince Türk ya da yeterince Alman değildir. Bu iki seçenek arasında salınıp durur ve bence görünmezliği biraz da bundan kaynaklıdır.
Böyle bir insan da sanırım daha büyük varoluşsal sorunlarla boğuşmak zorunda kalır, kendini hiçbir yere ait hissetmemesi nedeniyle…
Elbette, her insan yaşadığı toplumda zaman zaman yabancılaşma hisseder. Özellikle yetişme çağındaki insanlarda, ergenlikte yani, aidiyet ve kimlik soruları çok önemlidir ama romandaki ana karakterim aidiyetlik kurabileceği hiçbir bir yer bulamaz kendisi için. Böyle bir yeri aradığında hep sonuçsuz kalır. Nikah törenlerine katıldığı iki çocukluk arkadaşı da dahil buna. Çünkü onlar da hiçbir zaman gerçek anlamda arkadaşları olmamıştır. Kendisine hep kim olup olmadığını hatırlatmış kişilerdir.
‘İNSANLARIN ALGILARININ NASIL DEĞİŞTİĞİNİ YÜZ İFADELERİNDE GÖRÜRDÜM’
Ben anlatıcı bu nedenlerle günlük hayatta Türk ismini kullanmaz. Ve bu durum ona kapılar açar, arkadaşlarının onu başkalarına “Dışarıdan gelen bir arkadaş” şeklinde tanıtmasına engel olur. Ben de çocukluğumun bir kısmını Almanya’da, daha doğrusu Köln’de geçirdim. Çocukluktan itibaren ait olmamayı deneyimlediğimi düşünüyorum. Ama henüz çocuk yaştayken Ankara’ya döndüğümüzde orada da yabancılığı hissetmeye devam ettim. Sanırım metinlerinizde sık sık bu duyguya geri dönmemin bir nedeni bu. Böylesi bir deneyimi siz ne oranda yaşadınız ve bu kitaba nasıl yansıdı?
Ben de tıpkı kitaptaki anlatıcı gibi görülmeden, dikkati çekmeden geçip gidenlerden oldum aslında. Roman kahramanım hemen ilk bakışta bir Türk gibi görünmemektedir, ben de öyleydim. Ama bu kimlik ortaya çıktığında insanların algılarının nasıl değiştiğini yüz ifadelerinde görürdüm ki bu durum kitaptaki anlatıcım için de geçerli. Doğrusu, insanların gözlerindeki algınızın nasıl değiştiğini görmek çok ilginç bir keşif. Tabii benim tıpkı kahramanım gibi şansım ya da şanssızlığım şuydu: Konuyla ilgili olarak küfreden ya da fıkralar anlatan insanların önünden geçip giderdim ve onlar aslında küfürleriyle beni kastettiklerinin farkında da bile değillerdi.
Almanya’da göçmen çocukların okullardaki sorunları göçün başarısız sonuçlarından biri olarak açıklandı yıllarca. ‘Yansımalar’ romanında böylesi çocuklar okul sistemi tarafından ihmal edilen kesimi temsil ediyor. Kitaptaki ben anlatıcı bu anlamıyla tam göçmen çocuğu da değil aslında… Babası bir veli toplantısında yaşadıklarını anımsar. Öğretmen o anda karşısında oturan kişinin hangi öğrencinin babası olduğunu bile bilmemektedir. Sorum: Romandaki sessiz tonu biraz da çocuğun okul sisteminde kaybolmasıyla da açıklayabilir miyiz?
Çocuk her şeyden önce sistem tarafından seçilmemektedir. Çünkü kimse kendisiyle ilgilenmemektedir. Okul veya öğretmenler çocukla ilişki kurma konusunda başarısız kalıyorlar. Çocuğun yetenekleri ya da zayıf yönleri kimseyi ilgilendirmiyor ki çocuk da bence bu gerçeği zaten hızlı kavrıyor: Kendisinden sadece bir şeylerin istendiğini anlıyor ve bu isteği yerine getiremeyeceğine inanıyor.
‘ÇOCUK, NE YAPACAĞINI BİLMEDİĞİ İÇİN OKULA GİDİYOR’
Çocuk her şeye rağmen başarılı olur. Dolambaçlı yollarla da olsa eğitimini sürdürür, üniversiteye gider. Bazıları onun şanslı olduğunu söyleyebilir ama bulunduğu ortamın dışına çıkması için tek önemli yol da iyi bir eğitimden geçmesiymiş gibi geliyor bana.
Aslında bilinçli bir şekilde “başaracağım” diyerek eğitim yolunu seçmiyor. Başka ne yapacağını, nereye gideceğini bilmediği için okula gidiyor. Bence üniversiteye de yine aynı ruh haliyle devam ediyor. Bunlar hayatın bir devamlılığı gibi aslında. Baba da kızını, üniversite eğitimi yerine bir işçi olarak gözüne daha güvenli gelebilecek bir meslek eğitimine de yöneltmiyor. Bu yüzden romanın ben anlatıcı karakteri için iyi bir eğitim, sonradan farkına vardığı bir güç olarak ortaya çıkıyor ve bunu da gerçekten ancak başardıktan sonra, başardığı şeyin ne olduğunu gördükten sonra kavrıyor. Çünkü ancak bütün bu aşamalar sırasında kendini, yani karar verebilen, inisiyatif sahibi “ben” kişiliğinin varlığını keşfediyor. Yaşamı hakkında karar verebilen bir güç olduğunu görüyor. Ve sanırım bu noktaya da en sonunda ulaşıyor.
Romanda kişilerin duyguları anlatılmasa da durumlara ve nesnelere öyle detaylı bir şekilde odaklanılıyor ki bütün ruh hallerini adeta nesneler üzerinden kavrıyorsunuz. Nesneleri ve durumları görünür kılmanın bir stratejisi mi bu?
Bence romanın ana figürü bu detaylı bakışa sahip ya da şöyle diyelim: Ben-anlatıcı yaşamın içinden büyürken kazanıyor bu detaycılığı. Çünkü her defasında eşyanın durumuna, konumuna bakarak evde o anda nasıl bir atmosferin olduğunu kestirmeye çalışıyor. Diyelim ki evde bir bardak mı eksilmiş, bu yine ortalığın cehenneme döneceği anlamına gelebilir. Tabii roman kahramanı için bu böyle. Ben ise genel olarak detay karşısında büyülenen biriyim. Pek çok detayı aynı anda görüp algılayabiliyorum. Ve sanırım bu da metinlerimde kendine yer buluyor.
Bu söyleşi yazar Menekşe Toprak’ın hazırlayıp sunduğu iki dilli “LitVers – Edebiyat Söyleşileri” projesi kapsamında yapılmış olup tamamı podcast olarak yayınlanmıştır.
Podcast söyleşilerinin yayınlandığı sayfalar:
www.litvers.com
LitVers – YouTube
LitVers | Podcast on Spotify