Deprem neden olur? Depremi en az hasarla atlatmak mümkün müdür? Tedbirler alarak ya da dayanıklı binalar inşa ederek depremin zararı azaltılabilir mi? Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, binlerce yıldır bu soruları soruyor. 2 bin yıl önce, bu sorulara verilebilecek bilimsel cevaplar çok kısıtlı iken bile, bazı yazarlar, düşünürler buna kafa yoruyordu. Mesela Strabon, 1’inci yüzyılda, depreme karşı alınabilecek tedbirleri ve dayanıklı binaların nasıl olması gerektiğini yazmıştı. Seneca, Pompei depremini anlatırken, depremlerin neden gerçekleştiği hakkında da fikir ileri sürmüştü. Aristoteles, ‘Meteorologica’ adlı eserinde, depremlerin nedenlerini tartışmıştı. Elbette bu ‘çağına göre bilimsel’ açıklamaların bir işe yaramadığını, şehirlerin ve halklarının büyük depremler karşısındaki çaresizliğine yardımcı olamadığını söylersek yanılmış olmayız. Ne de olsa Strabon’un ya da bir başka yazarın, halkın nezdinde deprem tanrısı Poseidon kadar hükmü yoktur. Deprem, tanrının işidir. Günahlara karşılık olarak verilen ilahi bir cezadır. Kaçınılmaz ve önlenemez olandır. Poseidon’a ya da Zeus’a adanan tapınaklar inşa etmek ve bu tanrılara dua ederek kurbanlar sunmak dışında alınabilecek bir önlem de yoktur.
Hıristiyanlık çağına geldiğimizde ise, artık depremler üzerine kafa yoran bu birkaç bilim insanına da rastlayamaz oluruz. Şehirlerin yerle bir olmasının, yüzbinlerce insanın ölmesinin tek bir nedeni vardır: Tanrının gazabı… Kyreneli Synesius’un da yazdığı gibi, deprem kurbanı insanların yapabileceği tek şey, günahlarıyla kızdırdıkları tanrıyı yatıştırmak için dua etmektir: “Tanrı gündüzleri sıklıkla sarsıntılara neden olur ve çoğu insan başlarını eğerek kendilerini duaya adar.” Sarsıntı yıkıma, dualar dehşete ve paniğe dönüştüğünde kaos galip gelir. Tıpkı Genç Plinius’un MS 79’da Vezüv patlamadan önce gerçekleşen depremleri tasvir ettiği mektubunda yazdığı gibi: “O gece sarsıntılar o kadar şiddetliydi ki, her şey sadece sarsılmakla kalmayıp devrildi de… Sonunda şehri terk etmeye karar verdik. Paniğe kapılmış, kendi kararları yerine başkasının kararına göre hareket etmek isteyen yoğun bir kalabalık tarafından arkamızdan ittirilerek yolumuza devam ettik. Kadınların çığlıklarını, bebeklerin feryatlarını ve erkeklerin bağırışlarını duyabiliyordunuz. Bazıları anne babalarını, bazıları çocuklarını ya da eşlerini çağırıyordu. İnsanlar kendilerinin ya da yakınlarının kaderlerine ağıt yakıyordu ve sadece ölüm korkusuyla değil ölmek için dua edenler de vardı.”
Daha fazla sarsılmamak için edilen dualar yerini bulduğunda, yer durduğunda ve yıkımın tozu dağıldığında, yaşam devam etmek zorundadır. Depremin sarsıntısı ve yıkımı son bulduğunda, insanların bir kısmı yaşadığı yeri terk ederek başka yerlere yerleşir. Kalanlar evlerini, şehirlerini yeniden inşa etmeye koyulurlar. Bunun için de yöneticilerinin yardımını isterler. Bazen, zengin ve hayırsever bir vatandaşın yardımlarıyla yeniden ayağa kalkabilirler. Bu yardımların yeterli olmadığı durumlarda ise yardım isteklerini elçiler yoluyla imparatora iletirler.
MS 177’DEKİ SMYRNA DEPREMİ
Roma imparatorlarının, büyük yıkım yaratan depremlerden sonra, egemenliği altında yaşayan uluslara karşı cömert yardımlarına ilişkin çok sayıda örnek vardır. Şehri adına elçilik yaparak, imparator Marcus Aurelius’un yardımını isteyen Aelius Aristides’in, Smyrna kentinin yeniden inşa edilmesini sağlamasına ilişkin öykü ise bunların içinde en ünlü olanıdır. MS 177 yılında gerçekleşen büyük deprem, Smyrna’da taş taş üzerinde bırakmamıştı. Smyrnalılar, elçi olarak Roma’ya gitmesi ve imparatordan yardım istemesi için hemen Aristides’e koştular. Hastalık hastası olmasıyla tanınan Aristides ise zayıf bedenini Roma’ya kadar taşımak yerine, ‘Smyrna’ya Ağıt’ başlıklı bir söylev ile birlikte imparatora gönderilmek üzere bir mektup yazdı. Bu mektup öylesine etkiliydi ki, imparator hiç tereddüt etmeden, şehrin yeniden ayağa kaldırılması için gereken parayı gönderdi. Philostratos olayı şöyle anlatır: “Aristides’in Smyrna’nın kurucusu olduğunu söylemek abartı sayılmaz; aksine, son derece haklı ve doğru olur. Çünkü kent deprem ve yer kabuğunda meydana gelen yarıklar sonucu yerle bir olduğunda, bu kentin kaderi için Marcus’a öyle bir ağıt yaktı ki, ifadeleriyle imparatoru gözyaşlarına boğdu. Ancak ağıtta öyle bir cümle vardı ki, Marcus bunu okuduğunda mektup gözyaşlarıyla ıslandı: ‘batı rüzgarları ıssız topraklarda esiyor artık’. İmparator, Aristides’in yazdıklarından etkilenerek kentin yeniden inşa edilmesini kabul etti.” Aristides ise yerinden bile kalkmadan imparatoru etkilemeyi başarabilen bir entelektüel olarak tarihe geçti.
Roma İmparatorluk Çağı için değişmeyen bir kural vardır. İlk imparator Augustus’tan, Justinianus’a değin, ister ‘iyi’ olarak saygı görsünler, ister ‘kötü’ oldukları için bilinçli olarak hatıralardan silinsinler (damnatio memoriae), istisnasız tüm imparatorlar depremden zarar gören tebaalarına karşı hayırseverlikle hareket etmişlerdir. İlk imparatorların depremlere verdiği tepki aslında, Roma İmparatorluğu’nun, sınırları çok geniş bir coğrafi alanı yönetme kabiliyetini göstermekteydi. İdarenin büyük bir kısmı yerel aristokratlara bırakılmış olsa da doğal felaketler nedeniyle hayatları alt üst olan tebaasına yardım ederek imparator, sadece sorumluluğunu yerine getirmiyor, aynı zamanda sınırları aşan gücünü de bu yolla kanıtlamış oluyordu. Doğal felaketler karşısında yapılacak yardımlar ne senatoya ne de kanunlara bağlanmıştı. Diğer bir deyişle, yardıma karar verecek olan tek merci imparatorun kendisiydi. İmparatorlar deprem mağdurlarına yardımcı olmak için şehre doğrudan para vererek yeniden inşa faaliyetlerine yardımcı olabiliyor, bu bölgelere Roma’dan gönderilen memurlardan oluşan komisyonlar atayarak kentlerin tekrar ayağa kalkmasına yardım edebiliyor ya da vergi muafiyeti sağlayabiliyorlardı. Örneğin Tiberius, MÖ 17 depreminden sonra Asya’daki şehirleri beş yıl süreyle vergiden muaf tutmuştu.
Bundan beş yıl sonra Kibyra deprem nedeniyle yıkıldığı için, imparator tarafından üç yıl süreyle vergiden muaf tutulmuştu. Claudius, MS 53 yılında Apameia (Dinar) şehrine beş yıl boyunca, 47 yılında ise büyük şehir Antakya’ya belirsiz bir süre için vergi muafiyeti tanımıştı.
Roma İmparatorluğu genişledikçe, eyaletleri arttıkça, egemenliği altında yaşayan uluslar çoğaldıkça, kaçınılmaz olarak imparatorun ‘otokratik’ gücünün de azalması gerekti. İmparatorluğun sınırları, istikrarlı bir yönetimin tek elden idare edilebilmesini mümkün kılmıyordu. Uzak eyaletlerin uzak şehirlerini güvenle yönetebilmek için kurumlar, valiler, memurlar, yasa ve teamüller öne çıkmalıydı. Çıktı da… İmparatorluk, yasaları, memurları ve lejyonları ile eyaletlerde kusursuz işleyen bir sistem kurdu. Fakat saat gibi işleyen bu sistem yüzünden tebaası imparatorunun otoritesini unutabilir, dahası küçümseyebilirdi. İşte bu yüzden imparator, yardıma ihtiyacı olana cömertliğini bahşeden, yüce gönüllü, hem ‘en güçlü” hem de ‘en vicdanlı’ olan olmalıydı. Doğal bir felaketin alt üst ettiği hayatlara bizzat yardım etmek, onu hem tanrılara yaklaştıracak hem yönettiği toprakların her köşesinde muktedir kılacak hem de nihai otoritenin o olduğunu herkese hatırlatacaktı. Kısacası, kararı o verecek, övgüleri de o alacaktı.
MS 526’DAKİ ANTAKYA DEPREMİ
Geç Antik döneme gelindiğinde ise imparatorların deprem mağdurlarına ruhani yollarla da yardım etmeye çalıştıklarını görürüz. Deprem gibi doğal felaketlerin tanrının ilahi cezası olduğuna inanan dindar halkın Hıristiyan imparatorları kendilerini, depremzedeler için yas tutmak, dua etmek gibi ritüelleri de uygulamak konusunda zorunlu hissetmişlerdi.
MS 526 yılında Antakya şehri bir depremle yerle bir oldu. Depremin hemen ardından çıkan yangınla, depremde yıkılmamış az sayıdaki bina da yanarak yok olmuştu. Bu felakette Antakya nüfusunun önemli bir kısmı hayatını kaybetti. Malalas, Theophanes, Cedrenus ve Procopius gibi yazarlar, can kaybının 300 bin civarında olduğunu yazar. Malalas, o sırada şehirde büyük bir ziyaretçi kalabalığı olduğu için ölü sayısının bu kadar çok olduğunu söyler. Bu rakamı abartılmış olarak kabul etsek bile, şehir nüfusunun çok büyük bir kısmının depremde can verdiğini söyleyebiliriz. Malalas şöyle yazar: “Yerin yüzeyi kaynadı ve binaların temelleri sarsıldı. Depremlerin fırlattığı yıldırımlarla ve ateşle yanıp kül oldular. Öyle ki kaçanları bile alevler karşıladı. Ateşin, dehşetli fırınlardan yağmur gibi yağması, alevlerin sağanaklara dönüşmesi ve sağanakların yeryüzünde feryat edenleri alev gibi tutuşturması muazzam ve inanılmaz bir mucizeydi.”
Hayatta kalabilenler ise yağmacıların saldırısına uğramışlardı: “Hayatta kalan bazı vatandaşlar toplayabildikleri kadar eşyalarını toplayıp kaçtılar. Köylüler onlara saldırdı, mallarını çaldı ve onları öldürdü.”
Antakya’nın başına gelen bu felaketin ardından imparator Justinianus, derhal kente yardım için görevliler gönderdi. Tıpkı pagan imparatorların yaptığı gibi yeniden inşa faaliyetlerine hemen başlanmasını buyurdu. Ancak onu Hıristiyan olmayan Roma imparatorlarından ayıran bir şey vardı. O sadece madden değil, manen de tanrının günahları yüzünden cezalandırdığı halkının yanında olmalıydı. Derhal tacını ve imparatorluk cüppesini bir kenara attı. Üzerine kirli paçavralar giyerek günlerce ağladı. Depremden etkilenmemiş olanlar da imparatorun yasını gördüklerinde ona katıldılar. Kötü giysiler giyerek, yedi gün boyunca oruç tutup dua ettiler. İmparator Justinianus’un bu tutumu, Antakya depremine özgü değildi. 557’de gerçekleşen Konstantinopolis depreminden sonra da tevazu göstergesi olarak taç giymeyi reddetmişti. Başka Hıristiyan imparatorlar da doğal felaketler karşısında aynı duygusal tepkileri verdiler. Mesela Theodosius, 447’deki büyük Nikomedeia (İzmit) depreminin ve ardından gelen tsunaminin dümdüz ettiği kentte, yanına meclis üyelerini, din adamlarını ve halkı da alarak yalın ayak dolaşmıştı.
Antakya’nın başına gelen bu felaketin ardından imparator Justinianus, derhal kente yardım için görevliler gönderdi. Tıpkı pagan imparatorların yaptığı gibi yeniden inşa faaliyetlerine hemen başlanmasını buyurdu. Ancak onu Hıristiyan olmayan Roma imparatorlarından ayıran bir şey vardı. O sadece madden değil, manen de tanrının günahları yüzünden cezalandırdığı halkının yanında olmalıydı. Derhal tacını ve imparatorluk cüppesini bir kenara attı. Üzerine kirli paçavralar giyerek günlerce ağladı. Depremden etkilenmemiş olanlar da imparatorun yasını gördüklerinde ona katıldılar. Kötü giysiler giyerek, yedi gün boyunca oruç tutup dua ettiler. İmparator Justinianus’un bu tutumu, Antakya depremine özgü değildi. 557’de gerçekleşen Konstantinopolis depreminden sonra da tevazu göstergesi olarak taç giymeyi reddetmişti. Başka Hıristiyan imparatorlar da doğal felaketler karşısında aynı duygusal tepkileri verdiler. Mesela Theodosius, 447’deki büyük Nikomedeia (İzmit) depreminin ve ardından gelen tsunaminin dümdüz ettiği kentte, yanına meclis üyelerini, din adamlarını ve halkı da alarak yalın ayak dolaşmıştı.
İlk Hıristiyan imparatorlar, pagan imparatorların yaptığı gibi dikkatleri tanrının öfkesinden başka yöne çekmek ve tanrının yıkıcı gücüne karşı kendi iyicil güçlerini öne almak gibi bir yol izlemiş olabilirler. Ama Roma İmparatorluğu giderek Hıristiyanlaştıkça bunu yapamaz hale gelmiş olmalılar. Tebaasıyla aynı inancı paylaşan, aynı Mesih ve aynı tanrıya tapan Hıristiyan imparatorlar için, halkıyla duygusal bir empati kurmadan ve sadece maddi yardımlar yoluyla kendi gücünü ve cömertliğini sunar şekilde davranmak doğru bir tavır olmazdı. Tanrı’nın deprem aracılığıyla gösterdiği öfkesini ve gazabını küçümsemek ve halkın bu yöndeki fikirlerini saptırmaya çalışmak, büyük bir öfkeyle karşılanabilirdi. Hıristiyan imparatorluk ideolojisi geliştikçe Hıristiyan imparatorlar da kendilerini Tanrı’nın ‘yeryüzündeki vekili’ olarak görmeye başladılar. Tanrı’nın gazabından sonra yardım sunan imparator, Tanrı’nın merhametli yüzünün yeryüzünde vücut bulmuş halinden başka bir şey değildi. İmparatorun hayırseverliği, Onu bu kadar kızdırmaya devam etmezlerse, Tanrı’nın herkese nasıl davranacağının bir ifadesiydi. Deprem tanrısal ceza ise imparator aracılığıyla yeniden ayağa kalkmak da tanrısal merhamet sayesindeydi. Siyasi açıdan sonuç, pagan dönemindekinden farklı değildi. İmparator, depremin yıkımından sorumlu tutulmuyor ama ihtiyacı olanlara yardım ettiği için de övgüler alıyordu.
DEPREM VE İNSAN
Küçük Asya’nın kentleri, Antik Çağ boyunca sayısız depremle yıkılmış ve yeniden ayağa kalkmıştı. Büyük depremlere ait bilgilerimizin çoğunu, yazılı kaynaklara borçluyuz. Antik yazarlar, tarihçiler, bu depremleri ve sonrasında yaşananları ayrıntılı bir şekilde anlatıyorlar. Şehirlerin yeniden inşa faaliyetlerinde rol alan hayırseverleri, yöneticileri ve imparator yardımlarını, içlerinde yazıtların da olduğu pek çok kaynaktan öğrenebiliyoruz. Ancak evlerini, işlerini, en önemlisi de yakınlarını kaybeden depremzedelerin ne yaşadığına, neler hissettiğine dair birinci elden kaynağımız yok denecek kadar az. Bu kaynaklar elbette ancak yazıtlar olabilirdi. Depremzedelerin hikayelerini kendi ağızlarından ancak böyle öğrenebilirdik. Büyük can kayıplarının yaşandığı felaketlerde insanların toplu halde gömüldüklerini ve birçoğunun bu nedenle bir mezar taşına sahip olamadığını tahmin edebiliriz. Bununla birlikte sayıca az olsa da elimizde depremde ölenlere ait mezar yazıtları var. Çoğunda sadece kısaca kişinin deprem nedeniyle öldüğünün yazıldığı, bu nedenle bize fazla bilgi vermeyen mezar taşlarının içinde bir tanesi, MS 120-128 yılları arasında gerçekleşen büyük Nikomedeia (İzmit) depreminde iki küçük oğlunu kaybeden Thrason’un onlar için yaptırdığı mezar steli ise burada ele alınmaya değer özellikte: “Diogenes oğlu Thrason bu mezarı, oğulları 5 yaşındaki Deksiphanes, 4 yaşındaki Thrason ve onların öğretmeni olan 25 yaşındaki Hermes için diktirdi. Hermes, depremin yıkımı sırasında öğrencilerine böyle sarılmıştı.”
Genç öğretmen, deprem sırasında kaçmak yerine öğrencilerini korumak için onlara sarılmıştı. Yıkıntılar arasında bulunduklarında da hala sarılır vaziyetteydiler. Hermes, muhtemelen bir köle idi. Çünkü hali vakti yerinde olan aileler, çocukları için eğitmen olarak iyi eğitim almış Yunan köleler kullanırdı. Biz, kölelerin, ne kadar eğitimli ve kalifiye olurlarsa olsunlar, aile resimlerinde, kabartmalarında yer almadıklarını, alsalar bile özgür insanlara göre daha küçük boyutta tasvir edildiklerini biliyoruz. Thrason, oğullarını korumaya çalışan kölesine karşı minnettarlığını, çocuklarıyla birlikte onun için de yaptırdığı bu mezar taşıyla anlatmak istemişti. Sanki 2 bin yıl öncesinden, depremin, kadın, erkek, çocuk, özgür ya da köle ayrımı yapmadan, her insanı eşit kıldığını ve dehşetiyle hatırlanan bir yıkımın içinde parlayan bir iyiliği bize göstermek istercesine…